MUSTAFA KUTLU’NUN SIR’RINDA “DÜNYALIK” MESELESİ (Mavi Yeşil 72. Sayı)

 

MUSTAFA KUTLU’NUN SIR’RINDA “DÜNYALIK” MESELESİ *

Sır[*], Mustafa Kutlu’nun ilk kez 1990’da yayımladığı, sıradan bir rençberin tarikat şeyhi olması hikâyesini, etrafındaki başka hikâyelerle destekleyerek anlattığı kitabı… Kitap, yaklaşık yirmi yıl önce yazılmış olsa da dikkat çekmek istediği konu açısından, günümüzde daha büyük hassasiyetle incelenmesi gereken bir eser. Çünkü eserde anlatılan sadece bir “efendi olma” hikâyesi değil. Kutlu’nun yazıldığı dönemde de eleştirilen bu kitabı, yabancılaşmanın bir başka boyutu olarak tasavvufun / tekke kültürünün, maddi ve manevi olarak değişmesini irdeliyor. Bu değişme, olumlu bir değişme değil. Tekkede mevcut yapıdaki belli anlayışların modern dünyanın sert dişlilerine kapılması, özellikle kişiler noktasında başlayan değişimin bir süre sonra tekkenin büyük çoğunluğuna yayılması, siyasetin ve medyanın iyiden iyiye tekkenin içine sokulması ile birlikte tekkedekilerin de bu yakınlaşmaya kayıtsız kalmaması ve en sonunda yeni düzene ayak uyduramayan ve sık sık bu düzeni sorgulayan eskinin rençberi yeninin efendisinin bu yapıdan kaçması ile sona eren süreci eleştirel, yer yer sert bir dille ele alıyor Kutlu. Bu açıdan bakıldığında kitap, belki de yazıldığı dönemden sonrasını gören Anadolu topraklarının bir çeşit korku ütopyası olarak bile nitelendirilebilir kendi işlediği konu çerçevesinde.

 

Kitap toplamda sekiz hikâyeden oluşuyor. Bu hikâyeler konu bağlamında birbirinden ayrı olsa da genel anlamda kitabın taşıyıcısı olan lokomotif hikâyeye, Sır’ra bağlı. Her hikâye, genel konunun farklı bir boyutunu irdeleyen başka başka noktalara temas ediyor. Çok kısa bir şekilde hikâyelerde anlatılanlara değinmek bu noktada yerinde olacak diye düşünüyorum. İlk hikâye olan Sır’da, efendi olan çiftçi ele alınırken, tekkenin köyden kente taşınması ve gittikçe bozulması, köy-kent ikilemi içindeki yabancılaşma meselesi anlatılıyor. İkinci hikâye Tarihin Çöp Sepeti… Efendiye bağlı olan bir gazetecinin gözünden, gazeteci bakış açısıyla anlatılmış bir hikâye. Anlatıldığı üzere patronu tarafından (patronu da efendiye bağlıdır) tekkeye, bir kayıt cihazıyla gönderilen gazetecinin vicdanı ile eylemleri arasındaki sıkışıklığına dikkat çekiliyor. “Kutlu, burada genel olarak dünyanın, özelde ise gazetecilik-siyaset gibi kamusal ve kariyerle, para vaadindeki işlerin menfaate dayalı, bu bağlamdaki insani ilişkilerin ise iğreti, sahte olduğuna ulaşmaktadır.” (Ercan Yıldırım, Mustafa Kutlu Hikayeciliği, Ebabil Yayuncılık, 2007: 71-72) Üçüncü hikaye olan Politik Vizyonda bir milletvekilinin gözünden siyaset ile tarikat arasında bağı anlamaya çalışıyoruz. Samimi bir yaklaşım içerisinde olmayan siyasetçilerin, bu tip tekke / dergâh / cemaatlere yaklaşarak oy artırma çabasında olduklarını görürken, tasavvufa da temel amacının çok dışında yaklaşıldığına tanık oluyoruz. Her Ne Var Âlemde adlı dördüncü hikâyede ise bu sefer bir akademisyeni ele alıyor Kutlu. Madde ile mana arasına sıkışmış olan bu kişinin üzerinden asıl var oluş sebebinin dünya nimetlerine kanmamak, daha doğrusu dünyanın bize sunduklarına büyük nimetler gözüyle bakmamak ve gerektiğinde hepsinden vazgeçebilmek olduğunu vurguluyor. Beşinci hikâye Aramakla Bulunmaz… Alkolik ve yoldan çıkmış bir adamın bir vesileyle efendi ile tanışması ve ardından eski kötü alışkanlıklarını bırakması anlatılıyor burada. Bu hikâyenin sonunda kahramanımızın efendi sırrolduktan sonra ne oldu, sorusuna karşılık verdiği cevap ise vurucu bir nokta koyuyor: “Tadı kaçtı. İş sen-ben davasına döküldü sanki.” (s. 67) Mürit ismini taşıyan altıncı hikâyede ise sıradan bir müridin efendisine ulaşmak için gösterdiği çaba anlatılıyor. Efendisinin kendisinden, kendi topraklarının suyunu istediğini rüyasında gören mürit, yollara düşüp efendisine su götürüyor ancak hikâyenin sonunda efendisi ile konuşamayarak bulunduğu yerden ayrılıyor. “İşte “Mürit”le Mustafa Kutlu, sıradan köylü bir müridin bile mürşidine yol gösterebilecek vasıfları haiz olduğunu; içsel aydınlığın, pak bir kalbin, duru bir beynin köydeki silik bir şahsiyette de vukuflu bir biçimde olabileceğini gösterir.” (Yıldırım: 75) Sondan bir önceki hikâye Satılık Huzur… Bu hikâyede de bir başka değişim gözler önüne seriliyor. Yıllar sonra yurda dönen İlhan (Bir başka Kutlu eseri olan Ya Tahammül Ya Sefer’den hatırlıyoruz), sağda solda pek çok şeyin maddi-manevi değiştiğini görerek şaşkınlığa kapılır. “Bunlar benim yıllar önce bırakıp gittiğim ağaçlar, yollar ve şoförler değildi.” (s. 79) diye düşünen İlhan için ağaçlardan, yollardan başka da değişen pek çok şey vardır. Bu maddi ve manevi değişimler karşısında bir türlü işin içinden çıkamayan İlhan en sonunda efendisine gitmekte bulur çareyi. Ancak efendisi de çoktan sırrolmuştur belki de. Kitap,  Cüzgülü isimli hikâye ile nihayete eriyor. İlk hikâyedeki gibi bu hikâyede de efendi çıkıyor karşımıza. Artık şehirdeki tekkeden ayrılmış, kendi yoluna gitmiştir. Bu hikâyede efendi, bir rençberken efendi oluşunu, efendiyken tekkeden ayrılmasını anlatır. Gördüğü çocukların çamurdan değirmen, meyve bahçesi ve şehir kurmaları ile yeni bir feyz alan efendi, geçmişini sorgulayıp yeni bir tekke kurmaya karar verir. Efendi, çocuklar arasında çıktığı gezintide saflığı yeniden bulur. “Bu gezintiden sonra efendi artık hakikatin, varoluşunun bilincine varmış, saf, fıtrata uygun olanı görüp örnek almıştır.” (Yıldırım: 79)

 

Başta da söylediğimiz üzere, zincirleme biçimde ilerleyen bu sekiz hikâye de lokomotif olarak efendiye / şeyhe bağlı. Bütün karakterler, bir noktada onun ismini zikreden, onunla münasebette bulunmuş ya da bulunacak olan kişiler. Bu anlamda “efendi”yi, bir merkez karakter olarak görmenin ötesinde, bugün dahi Türk toplumunda da yaygın olan “cemaatleşme” olgusunun gerçek bir temsilcisi olarak da algılayabiliriz. Aslında temel olarak tekkenin ya da tasavvufun amacı bu değildir ki hikâyenin başkarakteri olan “efendi” de bunun farkındadır. Efendi olduktan sonra, çeşitli değişimlerin içinde kendisini de bir şekilde bulur ve bazı şeyleri artık istemeyerek ve anlam veremeyerek de olsa yapmaya başlar. Yapmaya başlamasından ziyade, kendi etkisi dışında gelişen bu değişim sürecine bir şekilde ayak uydurmak zorunda kalır. Kalabalıklaşan etrafına söz dinletmesi bir yana dursun, kendisinin dahi “çizginin dışına çıkma”sına ortam hazırlanmaktadır. İşte bu yüzden mesele, tasavvufun temel öğretilerinden saparak bir şekilde, toplumsal bir hareket olarak yorumlayabileceğimiz “cemaatleşme”ye ve o yapının içindeki çeşitli siyasal, sosyal, ekonomik olguların işlerliğine varır. En azından kitabın böyle de bir yönü olduğunu söylersek, yanlış bir çıkarımda bulunmamış oluruz diye düşünüyorum.

 

Tekkenin Dünyalığı, Dünyanın Ahretliği

Kitap ile aynı ismi taşıyan ilk hikâye olan Sır, “Gecenin bir vaktinde kapı çalındı, gidip açtım. Karşımda efendim duruyordu. Yüzünün nurundan etrafa aydınlık saçılıyordu.” (s. 7) cümleleri ile başlıyor. Bu sözler hikâyenin başkarakterine, daha sonra şeyhin yerine geçecek olan rençbere ait. Bir gün şeyhi kapısını çalıyor ve artık posta onun oturacağını söylüyor. Efendisinden geleni emir sayan isimsiz kahramanımız da tarikatın yeni efendisi olarak evinin yanına bir tekke kuruyor. Ancak Kutlu, ilerleyen sayfalarda ne olacağının ipuçlarını, efendisinin el verdiği müridine söylediği şu sözlerle anlatıyor belki de bize: “Bize âlem-i manada böyle göründü… Emaneti sana tevdi ettik… Bir emr-i hak vuku bulursa, fitne zuhur ederse zinhar tasa etmeyesin, her daim birlikte bulunduğumuzu gönülden çıkarmayasın, himmet dileyene usulünce himmet edesin.” (s. 10)

 

Gel zaman git zaman tekkede yer sıkıntısı baş gösterir. Tekkeyi genişletme kararı alınır. Gelen giden çoktur. Yazarın tabiriyle “Mercedes denilen arabalarıyla gece demeyip gündüz demeyip sürüp gelen” (s. 13) insanlar bir süre sonra hizmetten rahatsızlıklarını dile getirir hale gelirler. Yerlerin perişanlığından yenilen yemeklere, edilen sohbetlerin lezzetine kadar pek çok konuda artık “eski tadın” olmadığını söylerler. Efendinin el verirken söylediği üzere “fitne zuhur etmiştir” artık. Burada bir kez daha dikkat etmemiz gereken, tasavvufun asıl amacının ne olduğudur şüphesiz. Bir kuru ekmeğe talim edebilecek olan sözde tasavvuf ehli, bunu yapmamakla kalmayıp yemekten, içmekten, oturulacak ve yatacak yerden dahi şikâyet eder hale gelmiştir. Kutlu’nun gösterdiği madalyonun öteki yüzü, tokat gibi şiddetli bir şekilde çarpmaktadır yüzümüze. Anlatımındaki aşırılıktan uzak ifadeleri, Kutlu’nun tasavvufa / tekkeye bakış açısındaki bu olumsuz değerlendirmesini de daha realist bir zemine oturtmaktadır.

 

En sonunda yukarıda bahsettiğimiz bu ve benzeri sebepler gösterilerek şehre taşınılır ve şehirde yeni bir düzenin içine girilir. Bir kez daha söylememiz gerek, burada Kutlu’nun anlatmaya çalıştığı, dünyalık olmayan amellerin dünyalıklar üzerine kurulmaya çalışılmasının ironisidir. Tasavvufun bozulması, çemberin dışına çıkılması meselesi ile ilgilidir. Bu çember, aslında malın mülkün giremeyeceği, siyasetin-ticaretin karışamayacağı bir çemberdir. Ama fıtratı bozuk, niyeti sağlam olmayanların işin içine girmesiyle, bir küçük barakada dahi kalabilecek olan tasavvuf ehli, sırça köşklere taşınmaya başlar. Yani dünyalıklar bir nevi esir almaya başlar bu insanları. “Sır, tasavvufun nasıl bozulup dejenere, asli fonksiyonlarını yitirip bir menfaat, ticaret odağına dönüştüğünü abartmadan, olanca gerçekliği ve açıklığı ile gözler önüne serer. Kimi insanların tasavvufu bir arınma yerinden çok, ‘kullanma’ yeri olarak gördükleri vurgulanır.” (Necip Tosun, Türk Öykücülüğünde Mustafa Kutlu, Dergâh Yayınları, 2004: 15)

 

Bu “dünyalık” meselesi eserde pek çok yerde karşımıza çıkar. “Yediğimiz bulgur aşı, içtiğimiz ekşi ayran” (s. 12) diyen şeyh, etrafında olan bitene kulak kabartmış ve fitnenin alıp başını gittiğini görmüştür. Posta oturmuş olmasına rağmen rençberlikle de uğraşan şeyhin bu davranışı dahi göze batar. “Hele ki kimseden bir kaşık yağ, bir tutam ot, bir kuruş akçe hediyedir diye kabul etmememiz dillere destan oldu. Tekkemizin adı fukaraya çıktı.” (s. 14) serzenişinde bulunan şeyh, etrafındakilerin dünyalıklara nasıl daldığını da vurgulamış olur aslında bizlere. Köyde artık durulamayacağı, şehre yerleşme zamanının gelmiş olduğu fikrine ihvanı da ortak olur şeyhin. “Bu şehir yerlerine nakil işi kalbime yakın gelmiyor bir türlü.” (s. 16) dese de, inşaatın başlamış olduğunu ve şehre taşınmamın kaçınılmaz olacağını da görür. Ama şeyh, bütün bu kendi isteği dışında gelişen olaylara karşı isteksizdir, yine de bunların bir “imtihan” olduğunu da unutmaz. Ya da öyle olduğuna inanmak ister.

 

Sır’da, ihvanı ile birlikte şehre gidiş de “Mercedes” arabalar ile olur. Kutlu, arabaların markasını da lüksüne paralel olarak özellikle belirterek, “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” çıkarımını yapmasını da kolaylaştırır okurun. Şehirde inşa edilen tekke de bu “dünyalık” meselesinin çok önemli bir görüntüsü olarak gözümüze çarpar. Şeyh, şehirdeki yeni tekkeyi görünce bir hayli şaşırır ve şaşkınlığını şöyle ifade eder: “Yerler silme halı… Ayağın basacak olsan içine gömülecek. Duvarlar kaplama tahta. Abdest mahalleri mermerin en iyisinden. Zikire ayrılan odanın bir ucundan öteki ucu nerdeyse görünmüyor. Görmemişlik zor zenaat.” (s. 17) Abdest alınacak yerlerin bile mermerin en iyisinden yapılması, nasıl bir yozlaşma içine girildiğini gösterir bize aslında. Helalinden akan bir çeşme yetecekken abdest almaya, etraf gösteriş meraklısı tekke ehlinin elinin değmesiyle tasavvufun özüne de görünüşüne de aykırı olan bir şekil alır. “Şehirde tasavvuf bir gönül yolundan çok menfaat odağı olarak fonksiyon görmeye başlar. Özellikle ticaret-siyaset ekseninde, aslından kopmuş birilerinin “kullandığı” bir kuruma dönüşmüştür. Geleneksel anlamda tasavvuf, benlikten, eşyadan, neftsen vazgeçme iken, şehirde “sahip olma”, şan-şöhret kazanma fonksiyonu görmektedir. Daha da acısı artık o siyaset ve ticaret için bir “sıçrama tahtası”dır. Kısaca kent sonunda tasavvuf kurumunu da bozmuştur.” (Tosun: 55) İşte Kutlu bu fikirler üzerine bina ettiği tezini de böylece sunar bizlere. Bu durum, tasavvufun (daha geniş bakarsak ‘islamın’ da diyebiliriz belki) kapitalistleşmesinden ya da belli olguların metalaş(tırıl)masından başka bir şey değildir.

 

Zaman içerisinde, şehir hayatına, daha doğrusu şehirdeki tekke hayatına ister istemez şeyh de ayak uydurur. “Başta ben olmak üzere hane halkımız da elini sıcak sudan soğuk suya vurmaz oldu.”  (s. 19) diyen şeyhin görünüşünde de belli başlı değişiklikler meydana gelir. “… kuş sütü kuru üzüm ile beslendiğimizden iyice şişmanlayıp nefes darlığı çekmeye başladım.” (s. 20) sözlerinden anladığımız üzere, sanki eski, rençber, tarlada geceyi gündüz eden o adam gitmiş yerine bambaşka bir adam gelmiştir.  Maddi rahatlık tekke içindeki herkese olduğu gibi şeyhe de yansımıştır artık. Ancak paralarını, mallarını, mülklerini harcadıkları yerin doğru yer olup olmadığına dahi çoğu zaman dikkat etmez tasavvuf ehli. Çünkü bütün yaptıklarını kendilerince belli bir mantık çerçevesine oturtmuşlardır. “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.” (Bakara, 274) ayetinde buyrulduğunun aksine, Kutlu’nun anlatmaya çalıştığı, malların hayra sarf edilmesinden ziyade, israf yoluna verilmesidir. Aslında bu, en başta Kur’an’ın hükmüne bile aykırı bir durumdur ancak tekkedekiler, belli ki mallarını doğrudan değil, kendilerine göre dolaylı(!) yoldan Allah yolunda harcamayı tercih etmişlerdir…

 

Gel zaman git zaman dünyalıklara iyice dalmış olan tekke, siyasete de bulaşır. “… iş sonunda döndü dolaştı siyaset kapısına dayandı.” (s. 21) diyen şeyh çok haklıdır. Tekkenin içinde bir siyaset dalgasıdır döner. Yeni yapılacak seçimlerde falanca partiye oy vermek için sıraya girmişlerdir ve hatta bununla da kalmayıp liste başlarına adını yazdırmaktan dahi çekinmemişlerdir. Siyaset her ne kadar günümüzde de, eski zamanlarda da hayatın her alanında kendini hissettiren bir kurum olsa da, işin doğrusu siyasetin bazı alanlara nüfuz edememesi gerekliliğidir. “Müslümanın sağcısı solcusu olur mu?” (s.20) diyen ve dini hayatın içerisine siyaset girince, çıkar çatışması, maddi-manevi kar elde etme arzusu gibi durumların da işin içerisine gireceğini bilen şeyh, bu durumdan bunaldığını da anlatır bizlere. Ama ihvanı durmaz: “Denildi ki bu partinin başkanı da gelsin, hiç olmazsa efendimizin bir kaşık çorbasını içip, elini öpüversin; her neresinden bakılırsa bakılsın bu işte sayısız faideler vardır; hem tekkemizin itibarı artar, hem ihvanın işleri daha bir yoluna girer.”  (s. 21) diyerek parti başkanını birkaç adamı ile birlikte misafir eden tekke sakinlerinin, “işlerini nasıl yoluna sokacağı” konusunda da kafalarda soru işareti oluşur. Ayrıca tekkenin nasıl bir “itibar”a ihtiyacı olduğuna da akıl erdiremeyiz biz okurlar olarak. Dünya işlerine o kadar karışılmıştır ki artık, ister istemez çevrede de bir itibar oluşması adına çaba gösterilir.  İşte Kutlu’nun ironisi burada da açık bir şekilde kendini gösterir. Olması gerekenle olan arasında kurduğu köprü üzerinden okura mesajını veren Kutlu, “durum böyledir ama aslında böyle olmaması gerekir(di)” der bizlere.

 

Hikâyenin sonunda Kutlu, “ayna” metaforunu kullanarak, hem şeyhin maddiyatının dışında manevi olarak da kendisini görmesini, hem de okurun şeyhin kendisini görmesine tanıklık etmesiyle birlikte, Sır’rın sırrına varmasını sağlar. “Bir boy aynasında kendimi gördüm. Sarıklı, cübbeli, sakallı, heybetli bir adam. Lakin artık güngörmemekten olacak çehresi iyice beyazlaşmış, yanakları pembeleşmiş. Ellerime baktım, tombul tombul olmuş. Aynada bakarken kendime, nasıl bir fütuhat olmuş ki, kalbimin içini de görüverdim.” (s. 22) diyerek kendi sırrına ulaşan şeyh, cübbeyi, sarığı bırakır ve tekkeyi terk eder.  Bu terk ediş, aslında sadece tekkeyi değil, kendini de terk ediştir bir bakıma. Şeyh, cübbesini, sarığını çıkarmakla şeyhliğinden bir şey kaybetmez ancak birer imge olarak cübbenin ve sarığın kullanılması, geride bırakılanın ne olduğunu anlamamız açısından da önemlidir. Aslında geride kalan tekke ya da tasavvuf fikriyatı değil; o fikrin sözde yeni, görünüşte modern ama özünde yozlaşmış olan bu tekke kültürüdür. Bu noktada cübbenin, sarığın atılması aslında bir bakıma dünyaya ait olanın da bırakılması gerekliliğini gösterir bize. Aynada görünen kalp kirliliğini ancak bu şekilde temizleyebileceğimizi de anlamış oluruz bizler okur olarak.

 

Şeyh, tekkeyi terk ettikten sonra, geride kalanı, olanı biteni diğer hikâyelerde biraz biraz öğreniriz biz de. Durum pek parlak değildir aslında. Şeyh de bundan haberdardır. Zaten “Sır” da şeyhin bu durumdan haberdar olduğunu belirttiği cümleleriyle son bulur: “Ardımdan “efendi sırroldu” demişler. (…) Bizim bir tekkeden, birkaç tekke daha doğmuş.” (s. 22)

 

 

Sır’rın Diğer Hikâyelerdeki “Dünyalık” Konusu Üzerine Bazı Dikkatler

Yukarıda anlattığımız noktaların tamamı, kitaba da ismini veren ilk hikâye Sır’ra ait. Ancak tabi ki eser bu kadarla bitmiyor ve bunun dışında yedi tane daha hikâye barındırıyor içerisinde. Bu hikâyeler de yine ilk hikâye gibi tasavvufun bozulmuşluğuna emsal teşkil edecek hikâyeler. Kişileri, mekânı, zamanı farklı olsa da konu aynı. İşte biz de ilerleyen satırlarda, o hikâyelerdeki “dünyalık” konusuna değinmeye çalışacağız biraz da.

 

Bir insanın çıkmazı olarak okuyabileceğimiz Tarihin Çöp Sepeti’nde, aslında ülkedeki belli sorunlara hassasiyetle eğilmek isteyen ve iyinin peşinde olan bir gazetecinin tekke ile olan münasebeti gözümüze çarpıyor. Ancak burada da (gazetecinin kendi isteği dışındaki bir patron yönlendirmesi ile de olsa) samimiyetsiz ve dünyevi bir tutum görüyoruz tekkeye ve şeyhe karşı. Aslında gazeteci içinden, “Efendiye gitmenin yaşadığımız hayatta gerçek bir dönüşümü, bir devrimi başlatmış olması gerekir.” (s. 26-27) şeklinde geçirirken, dışarıdan bakan bir insanın da tekke ile ilgili neler düşünmesi gerektiğini gösterir bize ama gazeteci bu fikir çerçevesinde olsa da aynı çerçevede hareket etmez ya da edemez. Efendiye bağlı olan patronu onu tekkeye bir toplantıya gönderirken, “Üzerinde gizli bir ses alma cihazı olsun. Konuşulanları tespit etmenin sayısız faydaları var.” (s. 27) diye yönlendirir. Gazeteci itiraz bile edemeden ona iş ile duygularını karıştırmaması gerektiği hatırlatılır yine aynı patron tarafından. Kutlu’nun bahsettiği “dönüşüm / devrim” böyle gerçekleş(e)meyecektir şüphesiz ki. Duygusal yönden efendiye bağlı ama işini de yapması gerektiğinin farkında olan gazeteci de bunu bilir. Ama “Nasıl?” sorusuna bir cevap bulamayız. Belki de cevabı olmadığı için Kutlu bilerek bir çözüm getirmemiştir bu duruma ki doğrusunun da bu olduğunu düşünüyorum hikâye kurgusunun gerçekliği açısından. Dünya işi yine baskın çıkmıştır ve bu hikâyede de tasavvufun bozulmuşluğu, tekke dışındaki birisinin gözlerinden gösterilir bize.

 

Politik-Vizyon adlı bir sonraki hikâye, sadece ilk hikâye olan Sır’ra değil aynı zamanda bir önceki hikâye olan Tarihin Çöp Sepeti’ne de bağlı çünkü buradaki mebusun, yer yer, az önce sözüne ettiğimiz ve kendisi hakkında yazı yazan gazeteciyi aradığına tanık oluruz. Aslında bu da bir bakıma tekke-politika-medya ağını görmemiz açısından önemlidir. Ama bu hikayede dikkat etmemiz gereken esas nokta siyasetin, tekkenin içine sızmasının dışında artık tekkenin bir çeşit rant sağlama ve falanca kurum veya kişilerle dirsek teması kurma mekanı haline getirilmesi ya da birileri tarafından öyle görülmesidir. “Siyasetçi oylarını artırmak, medya iktidardan nemalanmak amacıyla bu ilişkileri geliştirirken, tarikatların ve cemaatlerin de faaliyetlerini daha sorunsuz gerçekleştirmek için bu yola girdikleri kaydedilebilir.” (Yıldırım: 73) Efendiyle arası iyi olan mebusun, onun üzerinden birtakım “işler” bitirme peşinde olması, tekkenin de siyaset ile aynı şekilde münasebette bulunması, tasavvufun genel görüşüne de zıt bir durumdur oysa ama yine de hikâyenin sonunda mebus ile efendinin “birlikte” hareket edecek duruma gelmesi, değişen bazı şeylerin düzelmesinin de zor olduğunu gösterir bize tekrardan. Yani az önce Kutlu’nun bahsettiği “dönüşüm / devrim” gerçekleş(e)meyecek bir düş haline gelir.

 

Kitaptaki “dünyalıktan kurtulma” sorununu en iyi veren hikâyelerden birisi de bence Her Ne Var Âlemde’dir. İlk etapta, var oluş sebebini kitaplarına ve çalışmalarına dayandıran bir akademisyenin, efendi ile temasa geçtikten sonra bu var oluş sebebini sorgulamasına tanık oluyoruz. “Benim servetim, kitaplarım… (…) Kitaplarım, yani hayatım.” (s. 47) diyen akademisyene “Önce kitaplarınızı suya atın, sonra buraya gelin.” (s. 44) kıssasını hatırlatan efendi, suya atılacak olanın sadece kitaplar değil aynı zamanda o zamana kadarki dünya görüşü olduğunu da hissettirir bize. Mal, mülk vs… gibi metalar, tasavvufi öğretide, uğruna feda edilebilecek olan şeylerdir. Çıtayı aştıktan sonra, kişi zaten nehrin öte tarafına geçmiş demektir ama Kutlu’nun burada vurguladığı biraz da o çıtayı aşabilme meselesidir. İşte başta bu suya atma meselesinin saçma olduğunu düşünen akademisyen de “Her şey yerli yerinde. Güzel. Lakin ben nerdeyim? Zamanın neresinde? Hangi sarmaşıklar sarıp sarmaladı beni?” (s. 50) diyerek, içinde bulunduğu ruhsal ikilemi daha net olarak gösterir bize. Dünyalıklar arasına sıkışmış olan akademisyen kitaplarının onu taşıdığı noktayı da sorgulamaya başlar. “Kariyerim. Hep beraber gülümseyelim. Kaç para eder. Yazılanlar nereye gidiyor?” (s. 51) şeklindeki sorgulayıcı ifadelerle, akademisyenin, eskiden saçma bulduğu “kitapları suya atma” meselesine de yavaş yavaş, fikren yaklaştığına tanık oluruz. “Kutlu, gerçek varoluş alanının dünyaya intisap etmemek, ona dâhil olmamak ve onun nimet diye sunduğu külfetleri reddetmek, bunun yerine fıtrattaki olumsal yönlerin, yaratılışın hakikate yatkın özelliğinin asıl varoluş olduğunu göstermektedir.” (Yıldırım: 75) Bu fikri zamanla iyice benimseyen akademisyen de gerçekten en sonunda kitaplarından, kariyerinden kurtulur ve tekkenin yolunu tutar.

 

Aramakla Bulunmaz’da ise tabiri caizse daha düz bir anlatım görmekteyiz. Bir aracı vasıtasıyla efendi ile tanışan, eski bir alkolik ve mahpusun geri dönüş hikâyesi niteliğindeki bu anlatıda, Kutlu vermek istediği mesajı dolandırmadan, net bir şekilde aktarır yine bize. Efendi, kendisi ile tanışan adama bir reçete sunmaz ilk etapta. Adam da bu tip durumlara yabancıdır, öyle bir yerde bulunmamıştır. Durum böyle iken arada herhangi bir etkileşim olmadığı düşünülür. Adam içkiye devam edecektir esasen ancak ne zaman içmeye niyetlense efendinin silueti karşısında belirir ve ona sertçe bakar, konuşur. Bunların üstüne de içkiyi toptan bırakır, doğru yolu bulur ve efendini dergâhına gider, elini tutar. Ancak Kutlu, bu noktadan sonra yine bir tezat sunar bize. İçkiden, kötülüklerden elini ayağını çeken bir adam, dünyalık olan her şeyden de uzaklaşmış demektir bir ölçüde. Malı mülkü bir kenara bırakır, uhrevi olana döner. Ama bu hikâyedeki durum farklıdır, efendinin elinden tuttuktan sonra, kahramanımızın işleri açılır. “Tuttuğum altın oluyor diyeyim anla. Para oluk gibi akmaya başladı.” (s. 67) sözleriyle, kazandığını ve kazancına sebep olarak gösterdiği efendisini açıkça söylemekten geri durmayan kahramanımız, bir yandan da, “(Mallarınızı) Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah dürüstleri sever.” (Bakara, 195) ayeti ışığında, “… bir elimizle aldıksa, öbür elimizle dağıttık.” (s. 67) diyerek neyi nereye harcadığını da söyler ve bu, efendinin elini tuttuktan sonraki dünyalık işlerinin açılmasını da mantıklı bir sonuca bağlar. Bu anlamda hikâyedeki tezat durum da okuyucuyu rahatsız etmeyecek bir boyuta taşınır.

 

Mürit’teki dünyalık anlayışı ise yine dikkate değer bir zemine oturuyor kanaatimce. Mürit’te, köy yerinde şeyhine bağlı sıradan bir müridin, rüyasında şehirdeki efendisinin ondan su istemesini görmesi ve bu rüya ışığında efendisine su götürmek için yola çıkması anlatılır. Bu noktada Kutlu’nun köy-kent ikilemini bir kez daha okuyucuya net bir şekilde gösterdiğine tanık oluruz. “Sır’da nasıl şehirlilerin gündelik hayatları ahlaki, insani perspektiften uzaksa; dinsel yönelişleri de kendileri gibi varoluştan / fıtrattan / yaratılıştan uzaktır.” (Yıldırım: 75) Köyün suyunu isteyen efendi için, şehrin suyu içilmez derecededir artık. Şehirdeki bütün yozlaşmış kişiler, kurumlar, nesneler gibi, “su” da bozulmuştur ve köydeki suyun yerini tutamaz. Köyün suyu dünyalık olmayanı, özü temsil edebilecekken şehrin suyu yozlaşmışlığı, dünyalığı temsil eder. Ama o suyun tadını ayırt edebilecek olanlar da yine o yozlaşmış düzene ayak uyduramamış olanlardır. Mürit bunu rahatlıkla fark edebilecek özelliklerdedir çünkü o, şehrin pisliğine henüz bulaşmamıştır. İşte bu duygularla da hareket eder ve efendisine su götürmek adına yola çıkar. Yolda çeşitli zorluklarla da karşılaşır ama yolundan dönmez, bunu düşünmez bile. Mürit şehre girince köy yerinde karşılaşılmasının olanağı olmayan manzaralarla karşılaşır. “… müridi birbirine yapışmış koca koca binalar karşıladı. Sel gibi akıp giden arabalar, şehrin üzerine asılmış kara bir duman karşıladı.” (s. 73) “Geçip giderken oracıkta büzülüp kalmış olan bir ağacın yaprağını okşadı. Eli toza bulandı. Yaprak nefes darlığı çekiyormuş gibi inledi.” (s. 73-74) “Derken bir otobüs geldi. Kalabalık o itiş kakış ile otobüse saldırdı. Birbirlerini çiğneyerek otobüse doluştular.” (s. 74) Kutlu’nun şehre yönelik yapmış olduğu bu tasvirler, şehrin nasıl bir atmosferi olduğunu anlamamız açısından önemli… Ancak Kutlu’nun vurguladığı bir başka nokta da bunu fark edenin köy yerinden gelmiş, dünyalık işlerle çok fazla ilgilenmeyen kendi halinde bir mürit olması. Şehir hayatına alışmış, o kargaşanın içinde kendini unutmuş olan insanların, meseleye dışarıdan bakan müridin gözleriyle şehri fark etmesi mümkün değildir. Bütün bu olumsuz tasvirlerle birlikte mürit yine de efendisinin dergâhına varır. Oraya ulaşır ama efendisine ulaşamaz. Efendinin etrafını çevirmiş onlarca yozlaşmış güruh yüzünden efendisini ancak uzaktan görebilir. “Parlak kumaştan elbiseleri ile, diz kırıp oturmayı beceremeyen siyaset adamları, bankacılar, sanayiciler, polisler, askerler, artistler, din adamları; onların altında tüccarlar, memurlar, müdürler, şefler, şef yardımcıları.” (s. 76) vardır efendinin etrafında ve mürit, elindeki suyu efendisine ulaştıramadan, bırakıp ayrılmak durumunda kalır oradan. Sonrasında efendisine dua eder sadece. Çünkü tek yapabileceği budur. Kutlu’nun köy-kent ikilemi içinde verdiği bu dünyalık meselesine yönelik örnekler, meselenin mürit ya da mürşit olmak olmadığını da gösterir bizlere. Bu anlamda Mürit’i bütün bir kitap içerisindeki hikâyelerin arasında, ayrı bir yere oturtmalıyız belki de.

 

Sondan bir önceki hikâyemiz, bir başka Kutlu eseri olan Ya Tahammül Ya Sefer’den de tanıdığımız İlhan karakterinin taşıdığı ve toplumun içinde bulunduğu yozlaşma ve dejenerenin anlatıldığı Satılık Huzur. Kutlu bu hikâyeyi de belli ki yine bilinçli bir tercihle Mürit’in hemen arkasından sunmuş bizlere. Mürit’teki köy-kent ikilemi burada da kente bakış şeklinde, tek taraflı olarak devam ediyor. Mürit’tekinden tek farkı belki de İlhan’ın köyden kente gelmesi değil, yurtdışından ülkeye dönmesidir. Yerli tütünü özlediğini dile getiren İlhan, bindiği bir taksiden inerken şoförün ücreti dolar üzerinden tahsil etmesini de yadırgar gözlerle seyreder. Bir eski tanıdığı ile tesadüfen karşılaşınca, ülkenin düştüğü durumu bir de onun konumu ile açıklar bizlere İlhan, “Parlak kumaştan bir kruvaze takım elbise giyiyor, kırmızı mendil-kırmızı kıravat. Ayak üstü geçen yılların dökümünü yapıyor oracıkta. Ben gidince meğerse memleketi bir cehennem sıcağı kaplayıvermiş. Millet, aman bir gölge olsun da isterse süngü gölgesi olsun diyesiymiş. Kendisi de bu yeni ve çağdaş yapılanma içinde gölgelenecek bir mevki edinmiş tabi.” (s. 80) diyerek. “İlhan’ın gözünden Mustafa Kutlu, 1980’li yılların önemli imkânları barındırdığını, ancak sorumlular başkalarının dümen suyuna girdiği, çiçek uzatan her eli öptüğü için bu olanağın da elden çıktığını aktarır.” (Yıldırım: 78) İnsanın varoluş amacının dışına çıktığını bu hikâyede de bizlere gösteren Kutlu, aynı zamanda şehrin de içinde bulunduğu üzerine asılmış kara bir duman’ı görmemize olanak sağlar. Gerçekten de devir artık değişmiştir ve şehir de, orada yaşayanlar da buna ayak uydurmuştur.  İlhan, bu değişim / dönüşüm karşısında ne yapacağını bilemez halde efendiye ulaşmak isteyecektir. Kutlu bu hikâyeyi burada keser. İlhan’ın efendiye gidip gitmediğini bilemeyiz böylece. Mürit’te de olduğu gibi, samimiyet ile efendiye ulaşmak isteyenlerin belki de, artık ona ulaşamayacağını, ulaşmakta zorlanacağını anlatır Kutlu bizlere bu hikâyenin de sonunda…

 

Son hikâye olan Cüzgülü’nde en başta doğrudan hikâyenin karakteri olarak karşımıza çıkan efendiyi tekrar görürüz. Burada efendinin tekkeyi terk etmesinden sonraki zamanlarına rastlarız. Efendinin içinde bulunduğu durumu, bir şekilde geriye dönüş, öze ve varoluş sebebine ulaşma çabası ve dünyalıklardan kurtulma hali olarak yorumlayabiliriz. Burada, bu öze dönüşü anlatmak için Kutlu, “çocuk” metaforunu kullanır. Bildiğimiz gibi çocuk, bir şekilde saflığın ve temizliğin sembolüdür. Kutlu, burada efendinin kendini yeniden bulmasını sağlarken çocuğu kullanarak, okuyucuya da bu mesajı gönderme çabasındadır. Efendinin ilk hikâyedeki kendini sorgulama sürecine burada da tanık oluruz: “Bu ne tombul ve parlak yüz. Bu hanımeli parmaklar benim mi acaba? Ya bu seksen okkalık vücut!…” (s. 87) diye iç geçiren efendi, etrafındaki “kesret halkası”nın da farkında olduğunu söyler bizlere. Efendideki bu durumu bir şekilde uykudan uyanma olarak da görebiliriz. Çocukların etrafında dolaşırken, birinci çocuğun (topraktan) değirmen, eşek ve adam yapması; ikinci çocuğun bir meyve bahçesi; üçüncü çocuğun ise bir şehir yapması, efendinin varoluşunu yeniden konumlandırması sürecinde bizler için de yol göstericidir. Çocukların yaptıkları ütopik birer dünya tasarımıdır aslında. Kutlu da bu noktada çocukların yaptıkları üzerinden bizlere olması gerekeni gösterir. Efendinin çocuklar arasındaki gezintisi tamamlandığında, bu arınma ve yeniden doğma süreci de tamamlanmış olur aslında. Efendi, artık o eski dünyalıklar içinde kaybolmuş, fıtratına uygun olmayan amellerde bulunan ve uhrevi olanın zaman zaman dışına çıkan efendi değildir. Saflığı, temizliği, özüne uygun olanı bulmuştur. Bu düşüncelerden hareketle, “Bu ıssız dağ başına bu tekkeyi kurup çattım.” (s. 90) diyerek yeniden bir tekke kurduğunu da bildirir bize. İşte efendinin hikâyesi de bu tekkeyi kurması ve dünyalıklardan sıyrılarak kendini bulması, gaflet uykusundan uyanması ile son bulur…

 

Her Kim Ki Olursa Bu Sır’ra Mazhar

Kutlu’nun Sır’da dile getirmeye çalıştıklarını bu şekilde kabaca toparlamış olduğumuzu düşünüyorum. Temel olarak Kutlu’nun, bu eserinde bize aktardığı tasavvuf üzerindeki görüşleri çok olumlu olmasa da, bu bozulmuşluğun giderilebileceğine dair olan inancı da yine aynı satır aralarında bizlere vermesi, okur olarak bizim de bu anlamda karamsar bir fikirden biraz olsun sıyrılmamıza yardımcı oluyor. Gerek efendinin sürekli sorgulayıcı bir tavırda olması, gerekse diğer hikâyelerde karşımıza çıkan karakterlerin (Mürit ya da İlhan gibi) etrafında olana bitene ayak uyduramaması ve durumdan şikâyetçi olması, tasavvufun / tekkenin her ne kadar bozulmuş olsa da temelinin sağlam olduğuna dair olan inancı pekiştiriyor. Zaten son hikâyede, efendinin özüne dönüşü ve dünyalıklardan sıyrılması gerçeği, tabiri caizse eserin “mutlu son” ile bitmesine zemin hazırlıyor ve okur olarak bizler de baştan beri çizilen o olumsuz havadan kurtuluyoruz böylece.

 

Sır’da anlatılanları anlamak için yazıldığı döneme gitmeye de gerek olmadığı kanaatindeyim. ‘İnsan’ın işin içine girdiği her yerde olduğu gibi tasavvufta da gerçekleşen bozulma, tasavvufun temel amacının ve öğretilerinin dışında bir şekilde kutuplaşma-cemaat çizgisi oluşturma şeklini alır. Bu durum, günümüz toplumsal yapısı dikkatle incelendiğinde de görülebilir. “Din” günümüzde de pek çok çevre tarafından kullanılan ve birtakım çıkarları sağlamak için aracı haline getirilen bir meta şekline gelmiştir. Ticari ve siyasi kaygılar da bunun en temel zeminine yerleşmiştir. Oysaki din, ya da daha özelde bakarsak tasavvuf, dünya işlerinden arınma, uhrevi âlem için çalışma ve bir şekilde arınma, fıtrata dönme, gafletten uyanma aracı olarak kullanılmalıdır. Kur’an’ın ayetleri de peygamberin sünneti de buna işaret eder ancak fark ettiğimiz üzere her dönemin kendi elbisesini giydirdiği “Ebu Cehiller” vardır ve var olmaya da devam edecektir. İşte belki de Kutlu’nun anlattığı Sır da burada gizlidir: Bütün çıkarcı ve rantçı yozlaşmış zihniyetlere rağmen, öze dönebilmek ve fıtrata uygun olanı yapabilmek… Bu fikirler ışığında Sır, tekrar tekrar okunmalı ve dikkatle incelenmelidir. Kutlu’nun çizdiği panoramanın gerçekliği üzerinde de ayrıca düşünülmelidir. Belki de bu şekilde Kutlu’nun vermeye çalıştığı Sır’ra mazhar olunur, kim bilir…

(Temmuz- Ağustos, 2011)


[*] Mustafa Kutlu, Sır, Dergâh Yayınları, 2004 (Devam eden satırlardaki alıntılar için kitabın bu baskısını kullanacağım.)

 

Mavi Yeşil Dergisi’nin Kasım-Aralık 2011′deki 72. sayısında yayımlanmıştır.


2 responses to “MUSTAFA KUTLU’NUN SIR’RINDA “DÜNYALIK” MESELESİ (Mavi Yeşil 72. Sayı)

Sen de söyle. Korkma. Ne düşündün?